Kültürel Sınırların İzini Sürmek
Yazan: Ahmet Onur Altun - ÇEKÜL Anadolu Araştırmaları Koordinatörü, Şehir Plancısı
Yerel Kimlik Dergisinin 69. sayısında yayımlanmıştır. (sayfa: 12-19)
Su, tüm canlıların hayat kaynağıdır. Bugün içinde yaşadığımız medeniyetin köklerinin, bilinen ilk kentlerin su kaynaklarının ve akarsuların yanında gelişmiş olması, hiç de şaşırtıcı değil. Binyıllar boyunca gelişerek bugün yaşadığımız ortamı oluşturan medeniyet ve kültür birikimi, insanlık olarak doğanın bize verdikleriyle, doğaya ek olarak ürettiklerimizin bütününü temsil ediyor. Kültür kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda ilk anlamının tarımla ilişkili olması da tam olarak bunu anlatıyor. Doğanın verdiklerini işlemeye başladığımızda, bugünkü anlamıyla kültürel gelişimimiz de başlamış oldu. Kültür/culture kelimesinin Fransızca ve İngilizcedeki ilk anlamı ekip biçme, tarım. İkinci anlamı terbiye, eğitim. Ve son olarak, bir toplumun eğitim yoluyla elde ettiği töre ve simgeleri karşılamak için kullanılan bir sözcük, kültür. Burada, kelimenin ilk anlamını biraz daha düşünmek anlamlı olacak: Ekip biçmek anlamındaki culture, Latincede cultus, cultura fiil kökünden geliyor. Bu kök fiile ifadesini bulan tarımsal çağrışım anlamı, günümüzde Batı dillerinde hâlâ canlıdır. Ancak Türkçede kültürün ilk anlamı olarak akla ekip biçmek gelmez. Biz kendi dilimizde, İngilizcedeki karşılığı ziraat, tarım ya da çiftçiliğe denk gelen “agriculture” kelimesini kullanıyoruz ekip biçme hakkında konuşmak istediğimizde. Kültür, bizim için ortak töre ve simgeleri ifade ediyor genel olarak. Oysa, kültür kelimesinin “ortak töre ve simgeler” içeriği, Batı dillerinde görece yakın bir tarihte ortaya çıkmıştır. Kelimenin bu anlamının ilk kez 19. yüzyılda, Alman akademik söylemde ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı bilinmektedir.
Buradan hareketle baktığımızda ÇEKÜL Vakfının “Doğa ve Kültürle Varız!” sloganı işte bu ayrılmazlığı ve bütüncül korumanın önemini vurguluyor. Doğa ve kültürün ayrılmaz bir bütün olmasının ve birbirine etkilerinin izlerini günümüzde hâlâ coğrafi sınırlar üzerinden okuyabiliyoruz. Üretim biçimlerinin ve haberleşme araçlarının günden güne geliştiği, pek çok ürüne ve ham maddeye kolayca ulaşabildiğimiz, bu yüzden de gerek yaşam biçimi gerek mimari üslup olarak kültürlerin birbiri içine geçtiği günümüz dünyasında bu izleri takip edebilmek mümkün.
Bugün bir kısmı koruma altına alınmış, tescil edilmiş, ulusal envanterlere ve dünya mirasına kaydedilmiş yerel kültürel değerleri incelediğimizde, bu yerelliğin ve özgünlüğün arkasında aynı coğrafyayı, iklimi, bitki örtüsünü paylaşan insanlar olduğunu, bu insanların ellerindeki ürünleri benzer şekillerde değerlendirdiğini ve bu biçimde oluşturdukları bir yaşam kültürünün bulunduğunu görürüz. Örneğin Karadeniz Bölgesindeki ahşap konut mimarisinin gelişmesinin sebebi, bu bölgedeki orman varlığı ile ahşaba ulaşmanın kolaylığı ve ahşabın bölge iklimine uygun bir malzeme olmasıdır. Aynı şekilde Kapadokya Bölgesinde taş yapı mimarisinin gelişmiş olması da tamamen bölgedeki doğal varlıklar ve iklim şartlarıyla ilgilidir. Yalnızca mimari üslup değil, beslenme alışkanlıkları, anlatılar, efsaneler, giyim kuşam da benzer şekilde içinde bulunulan coğrafyanın etkisi altında gelişmiş ve yaşam kültürünü oluşturmuştur.
Suyun İzinde
Doğa ve kültür ilişkisini incelerken yazının girişinde bahsettiğimiz gibi, su yolunu takip ederek kültürel benzerliklerin ve yöresel özelliklerin izlerini sürmek olası. Dünyadaki akarsular, geçtikleri bölgeleri besler ve bu coğrafyalara şekil verir. Bu durumda kültürel farklılıkları ve benzerlikleri su havzaları üzerinden incelemek mümkündür. Havza; dağ ve tepelerle sınırlanmış, suları aynı denize, göle veya ırmağa akan bölge anlamına gelir. Havzaların su topladığı kısımları “yukarı havza”, toplanan suyun kullanıldığı kısımları da “aşağı havza” olarak adlandırılır. Buradaki farklılıklar da kültürel farkların oluşmasında etkilidir. Örnek verecek olursak yaklaşık 2800 kilometre uzunluğundaki Fırat Nehri, Yukarı Fırat Havzası ve Aşağı Fırat Havzası olarak iki parçada ele alınır. Fırat Havzasındaki kentlerin kültürleri bütüncül olarak bakıldığında birbiriyle benzerlik gösterir. Yine de bir Yukarı Fırat kenti ile Aşağı Fırat kenti arasındaki kültürel farklılıklar göze çarpar.
Kültürel Sınırlar
Siyasi sınırlar kültürel anlamda doğru sınırlar değildir. Eğer kültürel anlamda bir sınır çekilecek ve farklılıklar gözetilecekse, bunu havza boyutunda değerlendirmek gerekir. Örneğin Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği Mezopotamya’da siyasi sınırlarla bölünen pek çok kentin kültürü, içinde bulunduğu ülkenin diğer bölgelerinden oldukça farklıdır. Bu açıdan bakıldığında Gaziantep ve Halep gibi kentlerde iki farklı milletten insanların yaşam biçimlerinin, mimarilerinin kültürel anlamda büyük benzerlik göstermesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Günümüzde yerel ürünlerin özgünlüğünün korunması için belirli standartlar oluşturulmuştur. Coğrafi işaret sistemi bu standartları sağlayan yöresel ürünlerin belirlenmesi ve korunması için geliştirilmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere, bir ürünün özgünlüğünü yine içinde bulunduğu coğrafya belirler. Bir ürünün coğrafi işareti alabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
- Coğrafi sınırları belirli bir alan içinde yer alması,
- Bu alana ait özellikler sonucunda meydana gelmiş bir ürün olması,
- Bir karakteristik özellik taşıması ve bu karakteristik özelliğin bulunduğu bölge ile ilişkilendirilmiş olması.
Bahsi geçen kriterleri incelediğimizde bu sınırlamaların bizi yine havza kavramına götürdüğünü görebiliriz. Örneğin İtalyan Parmigiano Reggiano peyniri (Parmesan), başlıca besin kaynağı menşe bölgesinde yetişen otlar olan ineklerden elde edilen, kısmen yağı alınmış çiğ inek sütünden yapılan, sert, pişirilmiş ve yavaş yavaş olgunlaştırılmış bir peynirdir. Coğrafi işaretli bir ürün olan bu peynir yalnızca İtalya'nın Parma, Reggio Emilia, Modena, Mantua illeri, Po Nehrinin sağ kıyısı ve Bologna’da, Reno Nehrinin sol kıyısında yer alan bölgelerde üretilebilir. Aynı yöntemle bu bölge dışında üretilen peynirler özgün ürün sertifikası alamazlar.
Coğrafi işaret konusunda o ürünün belirleyici özelliklerini etkileyen coğrafya ve doğal koşulların yanı sıra, o bölgedeki geleneksel üretim yöntemleri de bölgenin yaşam kültürü için ayırt edici özelliklerdendir ve bu yöntemleri yine coğrafi sınırlar belirler.
Havza Boyutunda Koruma
Kurulduğu günden bu yana ÇEKÜL Vakfı ve Tarihi Kentler Birliği bütüncül korumanın önemine vurgu yapıyor ve bu yönde çalışmalar yürütüyor. ÇEKÜL’ün Kendini Koruyan Kentler projesinin ardından hayata geçirdiği havza birlikleri, havzalardaki küçüklü büyüklü yerleşmelerin, ortak doğal ve kültürel özellikler çerçevesinde biraraya gelmesini ve kalkınma için güç birliği yapmasını öngörüyor. Havza birliklerinin amacı; doğal ve kültürel birikimler konusunda yerel inisiyatiflerin ve yerel yönetimlerin harekete geçmesini sağlamak, belirlenen öncelikler doğrultusunda “süreklilik” ve yeni “dayanışma” ortamları yaratarak planlama ve koordinasyonu gerçekleştirmek, havzaya özgü değerleri ve gelenekleri de ekonomiye kazandırmak, doğal-tarihsel-kültürel değerlerin korunmasına bağlı kalkınma modelini tüm havzaya yaymak şeklinde özetlenebilir. Havza birliklerine yönelik ilk adımlar, Antalya’nın Akseki-İbradı yöresinde atıldı. Örneğin Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde görülmeyen sivil mimari örneği düğmeli evler yalnızca bu havzada bulunuyor. Küçük Menderes Havzası Koruma Birliği, Kelkit Havzası Kalkınma Birliği, Güneydoğu Anadolu Kültürel Miras ve Turizm Kalkınma Birliği, Büyük Menderes Havzası Çevre Koruma Birliği, Batı Karadeniz Kalkınma Birliği gibi havza birlikleri bu çalışmalar kapsamında kuruldu.
Tarihi Kentler Birliği tarafından 2015 yılında Aşağı Fırat Strateji ve Yol Haritası hazırlandı. 2019 yılında ise Yukarı Fırat’ı da kapsayan bütüncül bir Fırat Havzası Stratejik Yol Haritası Tarihi Kentler Birliği, ÇEKÜL Vakfı ve Kentsel Strateji ortaklığında tamamlandı. Havza ölçeğinde bir koruma stratejisi hazırlanması ve kentler arasında kültürel işbirliklerinin güçlendirilmesi amaçlandı.
Havza ölçeğinde yürütülen koruma ve bilinçlendirme çalışmalarının önemini yakın zamanda yeniden ve acı bir şekilde hatırladık. Uzun yıllardır çözülemeyen Ergene Nehrinin kirliliği tüm Ergene Havzasındaki yaşamı ve Marmara Denizini tehdit ederken, Şebinkarahisar’da patlayan bir maden atık havuzundan sızan atıklar yalnızca bulunduğu alanı değil, tüm Kelkit Havzasını kirlilik tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. Yine geçtiğimiz yıllarda çalışılan Yukarı Fırat Havzasında Kemaliye ve İliç’teki maden sahalarında ve su toplama havzasında yer alan atık havuzlarının büyütülmesi gündemde. Tüm Fırat Havzası için bir tehdit oluşturan bu alanlar yalnızca doğayı değil, tüm havzanın kültürel yapısını olumsuz etkileyecek potansiyel tehlikeler barındırıyor.
Suyu takip ederek yaşamın ve kültürün izlerini sürebileceğimiz gibi, bu bölgelerdeki doğal dengeyi değiştirmemiz halinde, yaşamın ve kültürün; var olan tüm izlerin silinmesi de çok mümkün, hatta işten bile değil.