Dayanıklı Kentler ve Yerel Yönetimler
Yazan: Prof. Dr. Ruşen KELEŞ - TKB Danışma Kurulu Üyesi
Yerel Kimlik Dergisinin 74. sayısında yayımlanmıştır. (sayfa: 4-12)
Son yıllarda çok sık duymaya başladığımız “dirençli kent” kavramının küresel ısınma, iklim değişikliği, biyolojik değişiklik, doğal afetler, kentsel kamusal hizmetler, sürdürülebilir gelişme ve yoksulluk gibi konularla iç içe olduğu çok açıktır. Bu konuların her biri hem dünyada hem de ülkemizde, kentlerin bugünü ve yarınıyla çok yakından ilgili sorun alanlarıdır. 6 Şubat 2023 tarihinde 11 ilimizi derinden etkileyen depremin neden olduğu can, mal, tarih ve kültür varlıklarımızın kaybı, dayanıklı kent ve yerel yönetim ilişkisini her zamankinden daha da önemli duruma getirmiş bulunmaktadır.
İstanbul |
Kentbilim Terimleri Sözlüğü başlıklı sözlüğümde, ben “küresel ısınma” terimini şöyle tanımlamışım: “İnsanların, evlerde ve işleyim yerlerinde kullandıkları yakıtın niteliğine bağlı olarak, yerküreyi çepeçevre kuşatan havakürede (yani atmosferde) meydana gelen aşırı ısınma”. Uluslararası İklim Değişikliği Programı (International Program for Climate Change) yetkilileri de iklim değişikliği kavramını 2016 yılında şöyle tanımlamış: “Doğal değişimler ya da insan etkinlikleri sonucunda zaman içinde ortaya çıkan iklimsel değişiklikler.” (IPCC, Glossary, 2016)
.
Germenicia Antik Kentinden mozaik detayı, Kahramanmaraş, 2018 |
.
“Sürdürülebilir gelişme” ya da “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramları 40-50 yıl öncesine değin hiç duymamıştık. 1968 yılında kimi iş insanlarının birlikte oluşturduğu “Roma Kulübü” 1972’de bir rapor yayımladı. Başlığı şöyleydi: Büyümenin Sınırları (Limits to Growth). Donella ve Dennis Medaows ile Jürgen Randers’in birlikte kaleme aldıkları, 29 dilde yayımlanan ve 9 milyon satış yapan bu kitapta savunulan tez şuydu: “Bugünkü (1972) büyüme eğilimleri devam ettiği takdirde 100 yıl sonra (yani 2072’de), yeryüzünde fiziksel büyümenin sınırlarına ulaşılmış olacaktır.”
Ne yapmak gerekiyordu?
Pekiyi, acaba ne yapmak gerekiyordu? Önermekte oldukları neydi? “İnsanlığı ve ekosistemi ayakta tutabilmek için hem nüfus artışının hem de ekonomik büyümenin yavaşlatılması, hatta tümden durdurulması”, bir başka deyişle, “sıfır büyüme” (zero grotwh) tezi savunuluyordu. Çok değil, aradan 20 yıl geçtikten sonra “Dünya Çevre ve Kalkınma Zirvesi” Haziran 1992’de Rio de Janeiro’da toplandı. Birleşmiş Milletler Örgütünce oluşturulan Brundtland Komisyonu da 1987’de dünya kamuoyuna açıklanan Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) başlıklı raporunda “sürdürülebilirlik” kavramını şu sözlerle tanımlıyordu: “Bugün yaşamakta olan kuşakların, yeryüzünün sahip bulunduğu değerlerden yararlanmaya hakları vardır. Ancak gereksinmelerini, gelecek kuşakların da bu değerlerden yararlanma haklarını yok etmeksizin karşılamalıdırlar.”
.
Şanlıurfa Sel Felaketi, 2023 |
.
Bu tanımın resmen yapıldığı tarihten 60 yıl önce (yani 1920’lerin sonlarında), yalnız devlet adamı değil, aynı zamanda “adam” da olan Gerçek Devlet Adamı Mustafa Kemal Atatürk, “sürdürülebilirlik” anlamına gelen düşüncelerini şu sözleriyle dünya kamuoyuna açıklıyordu: “Milletler, işgal ettikleri topraklar üzerinde, yalnız mülkiyet hakkının sahipleri olarak değil, insanlık âleminin temsilcileri olarak da bulunurlar. Bu değerlerden yararlanırken, onlar üzerinde gelecek kuşakların da hak sahibi olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar.”
1972’de yayımlanan Büyümenin Sınırları başlıklı raporun yazarları, aradan 32 yıl geçtikten sonra (2004’te) kitabın yeni bir baskısını yaptılar. Bu yeni kitapta savundukları tez aynen şöyleydi: “Yeryüzü, fiziksel anlamdaki büyümenin sınırlarına çoktan vardı. Böyle devam ederse, küresel bir ekonomik çöküntü kaçınılmaz olacaktır.” Kitabın yazarları, eski büyüme özleminin artık bir hayal olduğunu ve bu yöndeki çabaların maliyet duvarına çarpıp parçalanacağını; enerji tüketimi düzeyinin de kaçınılmaz olarak alçalacağını ısrarla belirtmişlerdir. Kanımca bu durum, kapitalist sistemin “neoliberalizm” gibi adlar altında kendisini yeniden üretme ve ayakta tutabilme çırpınışının ta kendisidir.
Kahramanmaraş, 2018 |
Kısaca, Büyümenin Sınırlarına 50 yıl sonra bakıldığında, 1970’lerin başlarına kıyasla daha fazla karamsar olmayı gerektiren koşullar içinde bulunduğumuz açıkça görülür. Ormansızlaşma, verimli tarım topraklarının, çayır ve mer’alarla fosil yakıtların tükenmesi, küresel iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, kentlerde her türlü kırılganlık düzeyinin yükselmesi, her gün yeni adlar altında dünyayı tehdit eden salgınlara karşı direncin azalması, başlıca karamsarlık nedenleri arasındadır. Karşı karşıya bulunduğumuz küreselleşme, halkların ilgi alanlarının daha çok “harcamaya” yönlendirilmesi, doğal kaynakların hızla tüketilmesi, rant yaratıp paylaştırma yoluyla zenginin daha zengin edilmesi, uzun erimli bakış açılarının yerini piyasa güçlerinin alması, yeni teknolojik gelişmelerin etkisi gibi başlıklar hem doğal ve kültürel çevrenin hem de tüm ekosistemin daha büyük oranlarda tahrip edilmesi olasılığını artırmaktadır. Bu tahribatın, önemli ölçüde kentsel yaşam ortamlarımızın geleceğini ilgilendirmekte olduğu çok açıktır. Bu karanlıktan çakışta, merkezî yönetimler kadar yerel yönetimlere de önemli sorumluluklar düşmektedir.
Sağlıklı kent ve kentleşme
Kentlerin yarınına bakıldığında, sorunların boyutlarını özellikle az gelişmiş ülkeler açısından alabildiğine büyüten nedenlerin başında yoksulluğun gelmekte olduğu rahatlıkla söylenebilir. Birleşmiş Milletler HABITAT toplantılarının hepsinde (Vancouver 1976, İstanbul, 1996 ve Quito, 2016) ama özellikle Ecuador’un Quito kentinde yapılan son toplantıda, bu konunun önemle vurgulandığı dikkat çekmektedir. Birleşmiş Milletler Örgütünün verilerine göre az gelişmiş ülkelerde, yoksulluk koşulları içinde yaşamakta olanların oranı %35’tir. Bunlar arasında temiz içme suyundan yararlanabilenlerin oranı %87’yi, çağdaş sağlık hizmetlerinden yararlanabilenlerin oranıysa %75’i geçmiyor. Bu koşullarda, kent yoksullarının sürdürülebilir kentsel yaşam koşullarından yararlanabildiklerini söylemek elbette olanaksızdır.[1] Çarpık kentleşmenin genel sağlık üzerindeki etkisi dar bir çağrışım yapabilir. Ne var ki “sağlıklı” olmayı “hasta olmamak” biçiminde anlamak, doğru görünmekle birlikte eksik bir yaklaşımdır. Sağlıklı kent ve kentleşme, “sağlık” sözcüğünün dar anlamının kapsamına sığdırılamayacak kadar geniş ve derin bir öze sahiptir.
Elverişli bir gelir düzeyi, çalışma, eğitim, dinlenme, ulaşım, beslenme, çevre, kültür ve sanat olanaklarından yoksun kalmanın da sağlıksız bir yaşam ortamının niteliklerini oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. İdeal anlamda kentlerimizin yarınını güvence altına alabilmemize olanak veren ve gerçek anlamda “sağlıklı” kentlerin nitelikleri, başta Birleşmiş Milletler Örgütü olmak üzere, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi kimi uluslararası kuruluşların benimsemiş oldukları normları yansıtan uluslararası hukuk belgelerinde ve sözleşmelerde yer almıştır.
Tarihsel gelişim süreci içinde insanlık, başta veba olmak üzere grip, kolera, tifüs, ebola, çiçek, AİDS ve son olarak da koronavirüs (Covid 19) salgınıyla karşı karşıya kaldı. Öte yandan son birkaç yıl içinde, görülmemiş ölçülerde hızlanan sera gazı salınımı dünya ekonomisini sarsmıştır. Salınım maliyetinin tek başına, II. Dünya Savaşının ve 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının maliyetleri toplamından yüksek olduğu tahmin edilmektedir. 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan depremin yol açtığı salt can kaybının, resmî açıklamalara göre 600 bine yaklaştığı biliniyor. Bu nedenle de ülkemizin yöneticileri, halkı ve tüm insanlık bundan böyle, aklını hurafelere değil, çağdaş bilimin kurallarına dayanan kalıcı çözümlerin neler olduğu noktasına odaklandırmak zorundadır.
Bir süredir sıkça kullanılmakta olduğunu gördüğümüz “dirençli kent” ya da “dayanıklı kent” ya da “kentsel dirençlilik”(urban resilience) gibi kavramlar kentlerin karşı karşıya bulunduğu sorunlara, afetlere ve risklere karşı her yönden hazırlıklı olmayı; bunlara yeterli biçimde yanıt verebilecek güce erişmeyi ve değişen koşullara uyum sağlama gücünü artırmayı anlatmaktadır. Kaynağını biyoloji ve ekoloji gibi bilim dallarından alan dirençlilik, sürdürülebilirlik, iklim değişikliği, risk yönetimi gibi çeşitli alanlarla çok yakından ilgilidir. Değişmeyen (sabit) bir özellik olmanın çok ötesinde, değişen koşullara uyum sağlayabilmeyi de içermektedir. Dünya Bankasının dirençlilik ya da dayanıklılık özellikleri listesine aldığı başlıklar arasında şunlara rastlıyoruz: Uyum sağlama, sağlamlık, esneklik, yedeği bulunma, kaynak yeterliliğine sahip olma, kapsayıcılık, bütünsellik.
Dayanıklılığın (dirençliliğin) sağlanmasını zorunlu kılan ve çoğunlukla kentlerde karşılaşılan riskler ise çoğu iklim değişikliğiyle bağlantılı olmak üzere; depremler, fırtınalar, sel baskınları, aşırı sıcaklık, kuraklık, tsunami, yangınlar, salgınlar ve böcek istilası gibi olgulardır. 2016’da Birleşmiş Milletler Örgütünün öncülüğünde Quito’da toplanan “III. İnsan Yerleşimleri Toplantısı”nda da çevresel ve sosyo-ekonomik dayanıklılığı artırmanın önemi vurgulanmış; iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltmak, çevresel ve doğal tehlikelerin, risklerin yönetim yöntemlerini iyileştirmek amacıyla “kentsel ve mekânsal planlamanın gerekliliği” vurgulanmıştır.
Kentsel yaşam kalitesinin yükseltilmesi için bilim
Yaşamakta olduklarımız, kentlerin yarınını güvence altına alabilmek için devlet müdahalesinin ve devlet öncülüğünün şart olduğunu göstermektedir. Dünya Bankasının 1997 yılı raporunda yer alan “Planı bırak, piyasaya bak” (From Plan to Market) önerisine uyulacak olduğu takdirde; kentlerin yarınlarına, bugünkü sağlıksız, dengesiz ve çarpık özelliklerin egemen olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Hiç kuşku yok ki dayanıklı kentlerin varlığının temel aktörü devlet, yani merkezî yönetimlerdir. Ne var ki karşı karşıya bulunduğumuz sorun, verimli sonuçlara ulaşabilmek için bu konuda da devletle yerel yönetimlerin sıkı bir işbirliği içinde olmalarını zorunlu kılmaktadır. Her iki düzeydeki yönetimlerin, bu amaca ulaşabilmek için kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının ve sivil topum örgütlerinin de desteğini almaları gerekir. Demokratik, katılımcı, saydam ve hesap vermeye her zaman hazır yönetimler aynı zamanda, toplumda yoksulluğun ortadan kaldırılması ya da azaltılması konusuna ağırlık vermek zorundadırlar. Yerel yönetimleri ve yerel halkı “kentsel dirençlilik” konularında daha aktif kılmanın ön koşulu, tarafı olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının tüm kurallarının gereği gibi uygulanmasıdır. Bunun yanı sıra, kent ve çevre sorunlarının kısa yoldan çözüme kavuşturulabilmesinin anahtarı, Fransa eski Çevre Bakanı Corinne Lepage’ın da haklı şekilde belirtmiş olduğu gibi, yaşam ve tüketim alışkanlıklarımızın değiştirilmesi ve aşırı tüketim sevdasından uzaklaşılmasıdır.[2]
Her alanda olduğu gibi, kentsel yaşam kalitesinin yükseltilmesi bağlamında da ister bugünün, ister yarının kentleri olsun; ideal dirençlilik, yağmur duasına çıkmak gibi akıl dışı ve ilkel yöntemlerle değil, akla ve çağdaş bilimin ışığına öncelik vermekle olur. “Yaşamda en gerçek yol göstericinin çağdaş bilim olduğunu” hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız.
Kaynakça
[1] Ruşen Keleş, “Quality of Urban Life in Turkey as Affected by the Policies of Urbanization and Environment”, s.85-99; ve “The Quality of Life and the Environment”, s.100-120; Ruşen Keleş, Territorial Governance and Environmental Protection, Vol.I, Cappadocia University Press, Ürgüp, 2022.
[2]Corinne Lepage, Başka Türlü Yaşamak (Vivre Autrement), Çev. Ruşen Keleş ve Can Umut Çiner, İmge Yay., Ankara, 2021.