Onarıcı Bir Araç Olarak Kültür
Yazan: Alp Arısoy - Urban.koop Kent Çalışmaları Kooperatifi Ortağı, Mimar
Yerel Kimlik Dergisinin 74. sayısında yayımlanmıştır. (sayfa: 22-27)
Antakya, 2012 |
Deprem öncesinde Antakya’da vakit geçirmekten en çok keyif aldığım ve kişisel olarak belleğimde Antakya’ya dair en çok yer eden mekânların başında İstiklal Caddesi ile Çarşı arasındaki küçük bir meydancık gelmekteydi. Kemalpaşa Caddesi ile İstiklal Caddesinin köşesindeki bu küçük alan aslında bilinçli olarak tasarlanmış bir meydandan ziyade, yaya yollarının genişlediği, imar planında tanımsız kalmış ve sonradan işlevlenmiş bir boşluk gibidir. Etrafında dükkânlar, ortasında birkaç büyük ağacın gölgesi ile bu meydancık Antakya’nın en hareketli akslarından birinde ufak bir dinlenme durağı yaratmaktaydı. Çarşıya gelip gidenlerin, dükkânlardan çıkanların, otobüs bekleyenlerin ağaçların gölgesinde dinlendiği bu alan, özellikle yaz akşamları görülmeye değer capcanlı bir meydancığa dönüşürdü.
Yaz akşamları, Antakya’nın o meşhur sıcak saatleri yerini kısmen biraz serinliğe bırakınca alanı çeşit çeşit sokak satıcıları doldururdu; dondurmacı, pamuk helvacı, karpuzcu, mısırcı, kuruyemişçi… Bütün banklar farklı yaşlarda insanlarla dolup taşar; alanın müdavimi gençler ağaç altında yere oturup canlı müzik yapar, şarkı söylerdi. Çekirdek çitleyen ailelerin arasında oyun oynayan çocuklar, sokak müzisyenleri, her köşeden yükselen kahkaha sesleriyle meydancık küçük bir panayır alanını andırırdı.
Bu meydancığı nasıl tekrardan inşa edebiliriz?
Depremden sonra, yıkılan kentlerin nasıl yeniden inşa edilebileceği kamuoyu gündemini meşgul eden sorulardan biri hâline geldi: “Şehirler başka bir yere mi taşınmalı?”, “Oldukları hâliyle mi korunmalı?”, “Bir kent inşa etmek ne kadar sürer?”, “İnşaatı kim yapmalı?”, “Nasıl tasarlanmalı?”. Bu sorularla karşılaştıkça aklıma ilk gelen, belleğimde yer etmiş o canlı meydancığın nasıl yeniden inşa edilebileceği oluyor.
Kent mekânları yeniden inşa edilebilir mi?
Bu mekânı “mekân” yapan neydi? İyi bir kentsel tasarım ya da özgün mimari ögeler değil, az önce andığım yaz akşamlarıydı. Sokak sanatçılarının müziği, oyun oynayan çocukların hafızasındaki anılar, insanların arasındaki konuşmalar projelendirilip inşa edilebilir mi? Kentler söz konusu olduğunda bir boşluğu mekân kılan temel üç unsur; insan etkileşimi, yaşam pratiğinin devamlılığı ve kolektif bellekte sahip olduğu yerdir. Kent kültürünü de biçimlendiren bu unsurlar ne yazık ki bir mühendislik ve mimarlık projesi olarak yinelenebilir, tekrar edilerek üretilebilir olgular değildir.
Bu da bizi bir kentin ne olduğu, kent mekânının nasıl oluştuğu, kentlerin nasıl “inşa edildiği”, nasıl korunduğunu tekrar hatırlamaya itiyor. Kent mekânı tek başına, sadece bir yapılar kümesi ve o yapılar arasındaki boşluklardan öte; sosyal, ekonomik ve kültürel bir bütündür. Deprem felaketi sonrası bu kentlerde sadece binalar değil, o binaların içinde barındırdığı yaşam, kent ekonomileri, istihdam imkânları, milyonlarca insanın etkileşim içinde bulunduğu bir sosyal yapı da çöktü. Kentin yeniden inşası bu bakımdan tek başına mekânsal bir problemin ötesinde ele alınmalıdır.
Deprem sonrasında barınma hiç kuşkusuz, öncelikli ve kısa vadede akut olarak çözüm bulunması gereken bir ihtiyaç. Bu bakımdan afet bölgelerinde geçici barınma yerleşimleri ve acil barınma çözümleri büyük önem arz ediyor. Geçici barınma öncelikli yerleşimlerde, iyi yaşam şartlarının uzun süreli olarak karşılanabilmesine olanak verecek çözümlerin geliştirilmesi, afet sonrası onarım sürecinin ilk basamağını oluşturacaktır.
Öte yandan uzun vadede, kentlerin yeniden ihyasını tek başına bir barınma sorunun çözümüne indirgeyemeyiz. Bugün afet bölgesinden göç etmek zorunda kalan yüz binlerce insan için kenti kent yapan ekonomik, sosyal ve kültürel koşulların geri kazanılması gerekiyor. Yani, kent mekânını “mekân” yapan ve yukarıda altını çizdiğimiz koşulların oluşturulması şart.
Kentler, bir açıdan bakıldığında kendi kendilerini yaratır. Antakya’daki küçük boşluğu kent mekânı yapan şey mimari bir müdahale değil, yaşam alışkanlıkları, insan etkileşiminden doğan faaliyetler, kolektif bellek; bir bütün olarak kentin kültürel dinamikleriydi. Kentin ekonomisi, kültürel normları, kamusal etkinliği; genel olarak canlılığı bu kültürel bütünün bir sonucu olarak görülebilir. Bu anlamda yapıları projelendirebiliriz ancak yapılar bütününü “kentleştiren” asıl şey toplu insan faaliyetleridir.
Anadolu’da kent ve insan ilişkisi
Anadolu’da geçmişten bu yana, aslında kentlerin nadiren büyük imar faaliyetleri olarak inşa edildiğini görüyoruz. Yaşadığımız kent mekânları çoğunlukla kendi kendini, çağlar içinde insan etkileşiminin ürünü olarak organik yolla var etti.
Deprem sonrasında kentleri nasıl yeniden inşa edebiliriz sorusuna bu açıdan bakıldığında öncelikli hedefin yapısal ihya değil, kent mekânını inşa edecek toplulukların onarımı olduğu görülüyor. İyileşme sürecinin ilk basamağında kenti ekonomik, sosyal ve nihayetinde mekânsal olarak inşa edecek toplulukların ve sosyal ağların “yeniden inşası” gelmektedir.
Tam da bu yüzden, bir bütün olarak kültür; onarıcı bir araç olarak depremde yıkıma uğrayan toplulukların “iyileşme” sürecini sağlayacak bir yaklaşım sunabilir. Kentsel etkinliğin, hayat pratiklerinin ve yaşamın tesisine bu kapsamda farklı katmanlarda yaklaşabiliriz.
Önceliklerin belirlenmesi
Kent, her şeyden önce ekonomik açıdan bir pazar yeridir. Bu doğrultuda kent ekonomilerinin, istihdam olanaklarının ve üretimin geri kazanılması öncelikli hedef olacaktır. Gaziantep, Kahramanmaraş, İskenderun gibi kentlerde sanayi üretimine imkân veren alt yapının geri tesisi, ticaret ve servis ekonomisi gibi, nüfus yoğunluğuna doğrudan bağlı sektörlerin gelişmesi için destek verilmesi önemli adımlar arasındadır. Ekonomik faaliyetin devamlılığı, üretim ve yeniden üretim mekanizmalarının yeniden kurulması bu açıdan, iyileşmenin ön koşulu olarak değerlendirilebilir.
Bunun da ötesinde, kültürü var eden sivil ekonominin yeniden kurulması öncelikli bir hedef olacaktır. Bu yüzden bölgedeki formal ve informal kurumların yeniden inşasının, tek başına mekânların inşa edilmesinden daha önemli olduğunu söyleyebiliriz. “Komşuluk” bile mikro ölçekte bir kurumdur. Komşuluk biriminden mahallelere, formal sivil toplum yapılarından belediye gibi resmi kurumlara kadar, kentin sivil ekonomisi kurumların ördüğü bir sosyal ağdır. Aslında afet karşısında bile yerel sivil ağların dayanışmasının, merkezî kurumlardan daha verimli, hızlı ve etkili işlediğine tanıklık ettik. Tam da bu yüzden kentleri yeniden inşa ederken öncelikle bu sivil toplum köprülerinin yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
Kent, sosyal açıdan etkileşim alanıdır. Akut barınma ihtiyacına imkân sağlayan bir yerleşim kurmak ile kent kurmak arasındaki temel fark, sosyal etkileşime ne denli fırsat sunabildiğimizle ilişkilidir. Kentin sosyal örgütlenmesini onaracak kullanım alanlarının, kamusal mekânların, donatıların yeniden tesisi bu bakımdan büyük önem arz eder. Yaşam kültürünün kendisi, bir takım faaliyetleri ortaklaşa yapmayı içeriyor. Donatıların tesisi sadece kamusal mekânları yeniden inşa etmek değil; karşılaşma, etkileşime geçme, ortaklaşma fırsatlarının yeniden inşasını gerektirmektedir. Nasıl ki sivil ekonominin canlandırılması kurumlar arası etkileşimin sağlanmasına dayanıyorsa, bireyler arasındaki etkileşimin sağlanması da müşterek arayüzlerin tesisine dayanır. Bu müşterek mecraların sosyal ve mekânsal olarak sağlanması, toplulukların iyileşmesini sağlayacak elimizdeki en önemli araçların başında gelmektedir. Burada iyileşmeyi hem bireysel hem de toplumsal bir olgu olarak düşünebiliriz. Bireysel ve toplumsal olarak iyileştirilmesi gereken bir travma ile mücadele ederken, kolektif gücün elimizdeki son kaynak olduğunu görmekteyiz.
Kent, ayrıca bir hafıza mekânıdır. Özellikle deprem felaketini yaşayan kadim coğrafyadaki Antakya, Gaziantep gibi şehirler, insanlık tarihinin somut ve somut olmayan katmanlarını taşıyan yerleşimlerdir. Bu şehirlerdeki miras katmanlarını, tarihi dokuları sadece yapısal olarak onarmak değil, kültürel varlığının devamlılığını sağlayan yaşamı da zamanla geri kazanmamız gerekecek. Söz konusu tarihi dokularda yukarıda ele alınan ekonomik, sosyal ve kültürel koşulların sağlanması restorasyon çalışmaları kadar öncelikli. Bu kentlerde yeni kurulacak yerleşimlerin, geleneksel merkezlerinden uzaklaştırılmaması özellikle bu bakımdan önem arz etmektedir çünkü bu merkezler sadece mimari eserler değil, kolektif hafızanın mekânlarıdır. Antakya’daki o canlı meydancığı mekân yapan unsurun ortak yaşanmışlıklar olması gibi; Antakya Çarşısını çarşı, mahallelerini mahalle yapan güç mekânda değil, kolektif hafızada yaşıyor.
Mimari restorasyonda, restorasyon sonrası yapıların yeniden işlevlendirilmesi hep tartışıla gelmiş bir sorundur. Bu açıdan mimari ölçekte “binaların içindeki yaşamı korumanın, yapıyı korumaktan daha öncelikli bir sorun olduğu”, yıllar içinde korumacıların yineleye geldiği derslerden biri olmuştur. Benzer bir ilişkiyi kentsel ölçek için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Kent mekânının yaşamını temsil eden kültürel ilişkiler bütününün yeniden inşası bu bakımdan kentsel iyileşmenin bir ön koşulu olabilir.
En nihayetinde mekânsal olarak ise yaşanan felaket, bize planlı ve bilimsel gerçekler ışığında şehir inşa etmenin önemini bir kez daha hatırlatmış olmalı. Önümüzdeki yıllarda ne yazık ki bazılarını neredeyse sıfırdan inşa edeceğimiz bu şehirlerde; sağlıklı yaşam mekânı yaratmanın gayrimenkul değer yaratmaktan daha önemli olduğu, yapılarınsa öncelikle finansal yatırım araçları değil, insanlar için barınma mekânı olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Sağlam kentler kurmamızın önündeki engel ülkemizde yeterli mühendislik, mimarlık, planlama bilgisi ya da ekonomik ve teknik kapasiteye sahip olmamamız değil, yukarıdaki temel ayrımı yapmıyor olmamız.